29 Kasım 2008 Cumartesi

Sahildeki Ev



Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu,öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü...Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, ?bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur? diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... ?Senin için ölürüm? derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama?Hayır, ben senin için ölürüm? diye yanıt verirdi hep...Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, ?Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak....? Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, ?Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma? Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde ?satılık? levhası asılı olan. ?Ne dersin, bu evi alalım mı?? dedi adama. ?Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı...? ?Sen istersin de ben hiç hayır diyebilirmiyim?? diye yanıt verdi adam. ?Amerika?daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık....?Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika?ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: ?Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...?Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, ?Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat? diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, ?Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım? diye sözünü kesti arkadaşı. ?O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya....? ?Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları? diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, ?son bir kez kucaklamak isterim seni? diyecek oldu ama kadın, ?defol? dedi nefretle...İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika?ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. ?Sen, buraya ne yüzle geliyorsun? diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. ?Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor.? dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: ?Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika?daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldğını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika?ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...? Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, ?Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem? diyordu... Sırayla okudu; ?Seni çok sevdim?, ?Seni sevmekten hiç vazgeçmedim?, ?Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim.? ?Fakat benim için ölmeni istemedim? ?Şimdi bana söz vermeni istiyorum.? ?Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı??son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım....?

28 Kasım 2008 Cuma

Sevmek için paylaşmak gerekmiyor!


Bir gün delikanlının biri, yeni geldiği köyü gezerken önüne bahçesi güllerle
donanmış bir konak çıkmış; hele o bahçede öyle bir gül varmışki delikanlının aklını başından almış. Güzeller güzeli bir kız bir an gözgöze gelmişler ikisinin kalbide yerinden çıkacak gibiymiş. Delikanlının ağzından pervasızca şu sözler dökülmüş; "ben hergün buraya geleceğim güller içinde bir gül görmeye, ey gül yüzlü yar şu andan itibaren şunu bilki ölsem bile tabutumun yönü buradan geçecek" O günden sonra .. delikanlı hergün aynı saatte gelir kızla sadece bir süre bakışıp gidermiş.
Sevgileri o kadar büyük o kadar edepliymiş ki o bakışma bile her ikisine yetiyormuş, bir gün
kız aynı saatte delikanlıyı görmek için bahçeye çıkmış içine adını koyamadığı bir
acı düşmüş, delikanlının geleceği yöne acıyla bakmış birde ne görsün; kollarında bir
tabutla geçen bir cemaat! Kız çılgına dönmüş cevabını duymaya korkan bir tavırla
bahçıvana sesi titreyerek "kim öldü biliyormusun" demiş, bahçıvan "evet sabah namazın camiye giderken duydum genç biriymiş hiç sebepsiz kalbi durmuş, yalan dünya" işte diye söylenmiş. Bahçıvan tam o saatlerdede aksi tesadüf bizim delikanlıda kıza gelirken bir avcının kurşununa denk gelir ve yaralanır. Tabii güzel kız, ölenin o olduğunu sandığı için, günden güne solar, tıpkı; bir gül gibi uzun bir zaman geçer delikanlı iyleşir ve heyacanla kıza gider. Birde ne görsün; bahçedeki bütün güller solmuştur, bir hüzün havası hisseder, içine bir acı düşer, konağın önünde oynayan iki çocuğa cevabını duymaktan korkarak; "burda bir genç kız vardı nerde o biliyormusunuz?" Çocuklardan biri;
"ha o kızmı öldü verem olmuş dediler. Daha dün öldü." Delikanlının dünyası
yıkılmıştır... Aradan uzun yıllar geçer, küçük çocuk heyecanla babasına koşar "baba baba dedem güldü güldü sonunda, güldü" der. Babası çocuğuyla beraber hızla yaşlı ihtiyarın yanına gider; yaşlı ihtiyar sandalyesinde oturmuş, gerçekten o güne kadar gülmeyen yüzünü bir tebessüm almıştır. Elinde bir gül öyle bir tebassüm ki sevgiliye kavuşmanın verdiği mutluluğu taşıyor. Elinde bir gül, sım sıkı tutmuş, ama başı öne düşmüş, gözleri kapanmıştır...

Sevmek için paylaşmak gerekmiyor. Çıkarsız, beklentisiz, sizi siz olduğunuz için sevebilene ne mutlu!

25 Kasım 2008 Salı

Hayalime ortak olur musun?


Herkesin mutlaka bir hayali vardır.Bu gün sizinle Derincenin hayalini paylaşmak istedim.Belki yazdıklarımdan bazılarınız pisikolojik anliz yapabilir. Belki bazılarınız ne hayal be dersiniz. Belkide bazılarınız işte benimde hayalim bu diyip eksik yerleri doldurup hayalime ortak olur ne dersiniz?

Büyük şehrin keşmekeşinden mi yaşanılan sorunlardan mı nedir? Bilmem uzak bir sahil kasabasında yaşamak istemişimdir.İki odalı bir odun ev tahtadan verandası, küçük bir bahçesi, göz alabildiğince masmavi bir deniz, tertemiz bir kumsal odun evimin arkasında çam kokularıyla dolu küçük bir orman öyleki; gün doğuşuşunda odamın arka penceresini açtığımda, çılgın gibi öten kuş seslerini, önce yüzümü okşıyıp odama dolan çam kokularını içime çekip işte huzur, cennet budur demeli, sabah kahvaltımı veranda'da martılarla yapıp uzaktan kuğu gibi süzülen tekneleri görmeli, bahçemde çiçeklerim iltifatlarımı özleyen begonyalarım, güllerim, sümbüllerim boyunlarını bükmüşler, ayaklarımı görür görmez, sesimi duyar duymaz benim canlarım nasılmış? dediğimde coşar baş kaldırırlar, mis kokularıyla bana teşekkür ederler.

Ellerimle diktiğim sebzeleri toplamalı, beyaz tavşanımı bir kaç tavuğumu salmalı artık... Elimle beslemeli, hepsi ismini söylediğimde bunu anlamalı. Golden retriver cinsi köpeğim sabırla sırasını beklemeli, ona yaklaştığımda sevinçten coşmalı, olmadık cambazlıklar yapmalı, başını okşayıp onu sevdiğimde gözlerindeki sevgiyi sadakati anlamalı. Onunla beraber kumsalda deli gibi oynamalı, bu arada köpeğimin ismi Kral neden Kral? Ufak bir tehlike sezdiğinde dimdik azametli durduğu için Kral olmalı.. Ben sahilde yürürken; arkamdan gelmeli dalgalar ayağımı okşarken, serin serin geçmişe dönmeli, eski keşkelerimi sevdalarımı, hatalarımı düşünmeli, ağlamalı ve geçmişe gözyaşlarım dalgalara karışmalı, gün batımını veranda da sıcak bir fincan çayla seyretmeli, verandanın tavanında asılı olan rüzgar gülü, esen hafif meltemle kulağıma melodiler fısıldamalı, çalan güzel şarkının sözlerine dalmalı, elimde bir Necip Fazıl kitabı;

"Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar, Ne de seytan bir gunahı, Seni beklediğim kadar. Gecti istemem gelmeni, Yokluğunda buldum seni; Bırak vehmimde gölgeni, Gelme, artık neye yarar?" Gün batımının gök yüzüne bıraktığı o muhteşem kızıllık geçiyor; ne büyük huzur Allahım, hüzün olsada o bile huzur işte burada. Artık ay yavaş yavaş beliriyor gök yüzünde muhteşem bir yakamoz oluşturuyor ışığıyla denizde. Anılarımı, hatıralarımı, belleğimdeki tüm duyguları, belki bir günlüğe belki de bir kitaba yazmak istiyorum, yakamoza baktıkça hiç yayınlanmayacak kitabımı yada öldükten sonra okunacak günlüğümü hazırlamak istiyorum... Başımı koyacak omuz da olmalı mı sizce?

Kendisinden birşey bulan herkese hayalim açıktır, boşlukları size bırakıyorum. Herkesin hayali gerçekleşsin dileklerimle.

21 Kasım 2008 Cuma

Baba mısın Sapık mısın?


Bu gün bir kez daha insan olduğumdan nefret ettim. sabah işime geldim güzel bir gün umuduyla herkesin yaptığı gibi şu haberlere bi göz atayım dedim. Hay atmaz olaysaydım; adamın biri ne adamı ya hayvanın biri, öz kızına 9 yl boyunca tecavüz etmiş.
kızcağız şimdi 16 yaşında, yani 7 yaşındayken bu tacizler başlamış. 3 tanede kürtaj yaptırılmış. Sözüm ona anne olacak kadın bunu biliyor ve göz yummuş buna yıllarca ( korkuyormuuuşş)!! Bak sen yahu! Ben kızıma bunu yapan adamı uykuda gebertir gider aslanlar gibi 20 senede verilse paşa paşa yatarım be ! şimdi o kızcağız çocuk esirgeme yurduna verilmiş.

Haberde okuduğum kadarıyla sara hastalığına yakalanmış. işte burada da sistem bozukluğu devreye giriyor. Evet çocuk esirgeme yurduna veriliyor baba tutuklanıyor, yani adalet sağlanıyor herkesin vijdanı rahatlıyor. Ya o küçük kızın hayatı sizce düzeliyormu bundan sonra ?

Cem Karaca’nın şarkısında söylediği gibi( ben feleğin tekerine çomak sokarım).

Aslımız kim? Neslimiz kim? Kaybediyoruz bilen var mı?


Son zamanlarda, bende iyice endişe haline gelen bir sorunu paylaşmak istiyorum. Son 10 yıldır, dilimize dolanan bir “kuşak çatışması” sözü var. Ve sanırım 10 yılda bir, kuşak yenileniyor. Tamam, 10 yılda bir kuşağın yenilenmesine sözüm yok, çünkü bu doğal bir şey, ama şimdiki yeni nesil gençlik denilen şeyi gördükçe, geleceğe dair umut ışıklarım sönüyor.

Hepimiz toplu taşıma araçlarına binmişizdir. Hayatımızda günlük eğlence yerlerine, kafelere, halka açık yerlere gitmişizdir. Disko ve barlardan bahsetmiyorum bile! Özellikle genç erkeklerin giyimleriyle, sözüm ona tarz ve imaj dedikleri saç yapılarıyla, konuşma şekilleriyle ve benim kafamda bunların aklı sadece belden aşağılarına çalışıyor, demekten başka bir fikir getirmeyen davranışlarına. bende bir anne olarak; acaba çocuklarım (şu an çok küçükler) büyüyünce bütün nasihatlerime, yaşam tarzımdaki örneğime ve hayata bakış açıma rağmen böylemi olacaklar? Diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bir” ergenlik zamanıdır” diye, tutturup gidiyoruz .Biz ebeveynler;” amman üstüne gitmeyelim, aman ne diyorsa yapalım, aman kaçıp gitmesin, kötü alışkanlıklara başlamasın” diye, kendimizi onların yönetimine bıraktığımızın, bilmem farkındamıyız? Artık evimizde oğlumuz ve kızımız bizi yönetiyor. Bu manzaraları gördükçe, hayıflanmıyor değilim…

Bana da sunulan hayata bırakın ergenlik denen bir lüks davranışı uygulamayı, çocukluğumu bile yaşayamadığıma, hayıflanıyorum. Belki aranızdan, ”nekadar dar bir görüş sergiliyor.” Diyenler çıkacaktır. “Evet biz buyuz, işinize gelirse” tutumunu sergileyen gençleri gördükçe, anne ve babalarımızın bizim kuşağımızda, bize büyük haksızlıklar yaptığını, farkediyorum. 10 yıl gibi kısa bir sürede, bu lüksü elimizden kaçırıyoruz. Açıkçası fazla kuralcı ve otoriter olduklarından, şikayetçiyim. Ama şimdi ki neslin, ne kadar hazırcı, duyarsız ve bayağı davranışlarını gördükçe; annem ve babamın bana sezgiyi amaçlarım için, mücadele etmemi bayağı düşünmeden, davranmadan, aslımı yani Osmanlı torunu olduğumu, Anadolu insanı olduğumu, unutmamamı ve o yüzden hayat değerlerime sahip çıkmamı aşıladıklarından dolayı; onlara minettarım doğrusu. Modernliğe yeniliğe açık olmak güzeldir, ama bunu yozlaşmış bir şekilde lanse etmek, batılaşma sürecinde sadece teknolojinin ve ya hayatın değil, çekirdekten yetişen beyinlerimizinde dahil olduğunu görüyoruz ve buda gerçekten üzüyor beni.

Akşamdan beni canımdan bezdiren diş acıma ; son vermek için gittiğim Diş Hekimi’nde sıramı beklerken; sehpanın üzerindeki, aylık dergilerden birini alıp karıştırdım. Üç farklı ülkeden gelen, ülkemizde uzun zamandır yaşamaya başlayan insanlarla yapılan röportajda; ülkemizin ve insanımızın hakkında yaptıkları güzel bir yorum, koltuklarımı kabarttı… İngiliz ve Amerikalı kadınlardan ikisi, “Biz ülkemizde babaannemize, anneannelerimize, dayı ve teyzelerimize ismiyle hitap ederiz ve onların hayatımızda, özel günlerimizde, yanımızda olmaları çokta önemli değildir. Ama ülkenizde yaşadıktan sonra, bayramlarda, özel günlerde yaşlılarınızın, baş köşede oturup hala, dayı, teyze ve diğer aile bireyleriyle, coşkulu beraberlik geçirmeleri bizi çok etkiledi. Ülkemizi ziyaret etmek için gittiğimizde, büyük annemi görmek istiyorum, halamı, dayımı çağırın! dediğimde anne ve babalarımız şaşırdılar. Biz çocuklarımızıda böyle bir felsefelyle büyütüyoruz.” Demişler! Evet bizim Kültürümüze hayran olup, bizleşmeye çalışan, batının insanından neden ders alamıyoruz ? Farkındaysanız; batılı bizleşmeye çalışırken, bizi süzgeçten geçirip neyi alıp neyi bırakıcağınıda biliyor. Biz neden bunu yapamıyoruz? Çağdaşlaşma adına, batılaşma adına, ne kadar yozluk ve batının kötü alışkanlığı varsa; biz asıl onları miras bilip, onları yapmaya çaba sarfediyoruz. Kaba bir tabir ama batılıda bize “kıçıyla gülüyor”… Bundan haberimiz var mı? şöyle bir söz vardırya, ‘’sağlıklı milletler, sağlıklı toplum, sağlıklı toplumlar sağlıklı aile, sağlıklı aile de sağlıklı bireyler oluşturur ” düşüncsinin hangi kısmını uyguluyoruz acaba? Bu vatan için, bu kıymet bilmez genç denilen bitik nesil için canını feda eden aslan gibi gençlere yazık olmuş gerçekten.

Şimdi size soruyorum ; Aslımız kim? Neslimiz kim? Kaybediyoruz bilen var mı?

Alo Terapi İstiyorum Yoksa Harakiri(!)

Japonya da depresif insanlar, cep telefonları aracılığıyla ücretsiz psikoterapi yardımıalabilecekmiş (Hani bize yok mu). Servisin yaratıcısı Profesör Yutaka Ohno,ihtiyacı olduğu anda insanlara yardımcı olacak olan projenin, deprosyana karşıbir şekilde günlük depresyon önleyici bir tedbir olduğunu belirtiyor. Ceptelefonu kullanıcısı; uyku düzeninden tutunda, beslenme biçimi, o günkü ruhhalini iyileştirme, konusunda da terapi verilecekmiş.

Düşünebiliyor musunuz? Sabah yatağanızdan kalkıyorsunuz; uykunuzdan önce bıraktığınız tüm sorunlarla yeniden buluşuyorsunuz, üstüne de yenileriyle karşılaşıyorsunuz. Hele biz kadınlar için, her yeni gün, yeni sorunlar oluyor. Anneyseniz, eşseniz, çalışan bir anneyseniz, hem bunlarla başa çıkmaya çalışıp, hem de bir sürü dert denilen safsatalarla uğraşıyorsunuz. İşte bunlardan bazıları; sırf caka atmak için, cep telefonlarımızının görüntüsüne dünya para harcarız ( iki arkadaş bir araya geldiğinde, benim telefonum seninkini döver). Genelde, bu parayı harcamayı gözden çıkardığımız cep telefonu denen aleti ise, şu durumlarda kullanıyoruz; ” Serçe parmağıma kramp girdi Ayten, en sevdiğim elbiseme çamaşırsuyu döküldü, Sercan, sevgilim beni terk etti, artık yaşamayamam” vıdı vıdılarıyla sadece kafa şişiriyoruz…. Ben tüm bunlardan Yutaka Ohno, size sığınıyorum. Ne olur telefonumu sabah ilk siz çaldırın.

Aslında bizim millet olarak böyle bir terapiye ihtiyacımız var. Kendi yaşantımızda bile, mesai arkadaşlarımla her gün yaşadığımız kötü ruh halimizi, ertesi gün başka bir mesai arkadaşımıza devrediyoruz. Aslında dert yok! İşin özünde dertçikler çok. Tamam maddi sıkıntı önemli, çoğumuzun serzenişi bundan, ama biz millet olarak lüks yaşamaktan, giyim kuşamdan, gezmekten de geri kalmayız, yakınmaktan da, kafa şişirmekten de geri kalmayız.

Dertçikleri dert saymaktan mı ne? Hoş görümüz çoktan yok olmuş. “Of içimde bir sıkıntı var nedendir bilmem?” Yağmur yağmaz şikâyet ederiz, yağar, “aman ne boğucu ve kasvetli bir hava” der, sıkıntımızı günün rengine yükleriz. “Hava yağmurlu, kapalıya ondan” deriz. Ayaklarımız var çiftlerce ayakkabı alırız, mağazaların önünden geçerken, gözümüze son kestirdiğimiz ayyakabıyı alamadığımızı dert sayar, gelir arkadaşımızın kafasını şişiririz. Oysa; hiç ayakkabı giyemeyen bedensel özürlü insanları düşünmez, güzel yurdumun güzel insanları! “Dünya boş” diyoruz, dünya dolu aslında, görebilene. Sadece biz boş yaşıyoruz. Şundan emin oldum ki;Türkiye’de birey başına bir terapist gerekiyor, ama ileride eğer böyle bir şey zorunlu olursa en azından şirket çalışanlarına terapi zorunluluğu olmalı ki, umarım olur ilk terapiyi ben isteyeceğim. Bu dertçikleri kafasına takanları taktığım için, pardon cep telefonum çaldı umarım Yutaka Onho dur.
 

derince © 2008 . Design By: SkinCorner