29 Aralık 2008 Pazartesi

Aynı Allah'ın Evlatları Değiliz

İsrail tam bir katliam yaptı.İnsanlık bu katliamı izlerken İsrail insanları değil insanlığımızı öldürüyor.Böylesi bir şiddete kim nasıl dayanabilir?Gazze’den gelen fotoğraflara iyi bakın. O karelerde insanlığın bilgiyle, teknolojiyle, siyasetle, akılla, vicdanla inşa etmeye çalıştığı ne varsa onun paramparça olmasıdır.
İnsanlığın çöküşüdür.İsrail 2009 yılına muhteşem bir açılış yapıyor.Pek kıymetli, “Müslüman”, büyük kurtarıcı, “zenci” Obama’ya anlamlı bir selam çakıyor.
İslam dünyasının petro dolar zengini Araplar, yağlı kıçlarınızı kaldırın da vanaları kapatın... Hadi...İmkansız değil mi?
Daha Dubai’de inşa edecek çok proje var...Trilyon dolarlar orada dururken iki Müslüman çocuk ölmüş... Kime ne?Ismarlanacak süper yatlar, beslenecek nadir atmacalar, kaçırılmayacak ziyafetler var...
Arap dünyası saldırıyı kınamışmış...Gazze’deki fotoğrafa bakıp hâlâ iştahla yemek yiyen Araplarla aynı dinden olabilir miyiz?Bizler, bu katliama sessiz kalamayız.Kalmamalıyız.
İsrail, insanlığa kafa tutarken Allah’ın ipi nerede? Sarılalım...Ama, önce bulalım o ipi...
Yüreklerimize asılı o ipi yakalamak vicdanımızı yoklamakla mümkün...Yataklarında öldürülen masum sivillerin Arap veya Yahudi olması neyi değiştirir...4 yaşında bir kız çocuğu katledildiğinde saf olunacak tek taraf vardır.
Bizler aynı Allah’ın evlatları olamayız.“Müslümanım” diye ikiyüzlü petrodolarcı “Arap”larla aynı safta duramayacağım...
Onlar İslamsa ben değilim.Bunların “Selamün Aleyküm”lerine , “ve aleykümüsselam” denebilir mi?
O bombaların tetiklerine basan Yahudilerle aynı insanlığı paylaşmıyorum.Bu manyak katillerle konuşulacak bir şey olabilir mi?
Verin Mescid-ül Aksa’yı... Yıksınlar... İnşa etsinler ne edeceklerse... Bu kan dursun...Saf olunacak yer insanlığını yoklayan ve bulabilenlerin yanıdır.
Dinlerin, siyasetlerin, ülkelerin ve milletlerin yanı değil...

Sen Ağlama Şimdi Gülenler, Ebediyette Kan Ağlayacak.

Gazzedeki İsrailin kanlı zaferini seyretmek eminimki hepinizi benim gibi kahrediyordur.Bu ne vahşettir!..Allahım cılız çığlıkların dışında bir ses yok. dünya nerde? Neden? Amerika ve İsrail söz konusu olunca dünya susup seyreder. neden? devletler tek bir ses olmayı denemiyor.Nerde? Birleşmiş Milletler, nerde? İnsan hakları,
Sivil toplum örgütleri, azınlık topluluklar protestolarla,yürüyüşlerle, tepkilerle insan olarak seslerini duyurmaya çalışıyor. ''Ama böylesi bir vahşete yetermi? İnsan olmak için müslüman mı olmak gerekiyor? Daha dün gibi ''oğlunu arkasına saklamaya çalışan babasıyla oğlunu'' Tıpkı bir hedef tahtası gibi vuran israil askerlerinin vahşeti akıllarımızdan silinmediki! ''bu gün ölen çocuk, yaşlı, genç bunlar insan. Ama bunu seyredip susanda bunu yapan kadar hayvandır...

Böyle politik boyun eğmelerin, böyle korkaklıkların canı cehenneme... İnsanlara çektirilen bu ızdıraplara nerde olursa olsun. Kim olursa olsun lanenetle kınıyorum...

27 Aralık 2008 Cumartesi

Davetiye

Neden? hep böyle oluyor! ben ne zaman büyüyecem!..ne zaman insanların ikiyüzlülükleriyle yaşadığım sürece karşılaşıp bunu artık normal bir şey yada bunu hayatın bir parçası olarak kabul edeceğim. Edemiyorum işte. ben hep böyle çocuk kalayım. Yada ne biliym saf deniliyorsa, öyle kalayım iki yüzlü, riyakar, çıkarcı olmaktansa, zaman zaman kahrolsamda, insanların bu davranışlarına bir anlam veremesemde ben böyle kalacağım. Sözüm ona akıllı, kurnaz geçinen insanlar, varsın benim gibileri onların tabiriyle saf salak bilsinler ama bunlar bilmezlerki. yüzlerine gülüp arkalarından konuştukları insanların aslında tam aksine onlarının kişiliklerini çok iyi çözüp bu zavallıları (Mevlana )hoşgörüsüyle insanlığa davet etmeye çalışmasıdır.

Bir çok şeyin farkında olmalarına rağmen, belki verilen samimi gülüşten mahçup olurlarda, insan taraflarını artık kullanmaya başlarlar, iyliği yaşam felsefesi olarak bilen insanlar, iyiliklerini seçmece yapmazlar. Yapacakları bir iyilikte biz iyi takınalımda hatta birazda yalakalık koyalım işin içine de bize maddi çıkar,veya prestij olarak yerimimizi bu belirler diye seçili kişilere değil.
Olması gerektiği gibi insanı, insan olduğu için sevilmesi gerektiğini, çıkar gözetmeksizin benimsemeli insanı.

Anlamıyorum yüce yaradan hepimize bir dert bir sorun vermiştirki kendi sorunlarımıza alternatifler aramayla meşgul olup başkalarıyla uğraşmayalım. Bu kendini bişey sanan sözüm ona akkılı ama özünde kuş beyinli insanlar dedikodu, kıskançlık, ve yüze gülüp arkasındanda konuşanlar!..

Aslında o insanı çekememezliğin den onu her hareketiyle yaralamayı istediklerini o kadar çok belli ederlerki,bilmezlerki kazdıkları kuyuya bir gün kendilerinin düşeceklerini, insanlık farklı bir erdemdir. Antipati ile değil. Empati ile yaşayın.Bunu deneseniz dünyayı daha güzel görüp acınası durumdan kurtulursunuz. Şöyle bir çevrenize bakın. kalp gözüyle ama!..
Tabi kalbiniz kararmamışsa eğer.
Haa bide şöyle tipler vardır. İyi görünmeye çalışan konuşurken kültür abidesi gibi! ''her konuda mangalda kül bırakmayan tipler''ama sadece konuşan, Bunların gerçek yüzünü tanımak çok zor değildir.Bunların çok kısıtlı kendileri gibi aslında bir baltaya sap olmamış eş ve dostları vardır. Onların hayata ve dünyaya bakış açılarıda normal değildir.
Buda ( bana arkadaşını anlat sana kim olduğunu söyliyim. ) Sözünü hatırlatan insanlardır. Konuşmayın! ''icraat gösterin'' Siz gibiler için bir hikayem var. Buyrun...

HADİ SEN DE GÜLÜMSE

Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi.
Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep olduve yakın geçmişte
kendisine yardım eden bir dostuna teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı, yolladı.
Arkadaşı bu teşekkürden dolayı o kadar keyiflendi ki, her öğlen yemek yediği lokantadaki
garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.


Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Akşam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.


İki gündür fakir adamın boğazından aşşağı lokma geçmemişti. Karnını bir güzel doyurduktan sonra, ıslık çala çala bir apartman bodrumundaki tek odalı evinin yolunu tuttu.
Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titreyen köpek yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.
Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşturdu.
Gece yarısından sonra tüm apartmanı dumanlar sarmıştı. Büyük bir yangın çıkmıştı.
Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki, önce fakir adam uyandı, sonra
bütün apartman halkı...
Apartmanın üçüncü katında oturan ve sabahki hüzünlü adama gülümseyen küçük kızın anne ve babası da köpeğin havlamasına uyanmış ve bir yangın çıktığını kısa zamanda anlamışlardı. Hemen küçük kızın odasına koşarak,, onu kucaklayıp kendilerini apartmanın dışına attılar...

25 Aralık 2008 Perşembe

Hani Nerde Kartopu


Bir telaş bir telaş! Meteoroloji uzmanlarının perşembe günü, kuzeyden gelen soğuk hava etkisini, tüm yurtta kar beklentisi olacağını söylemesi üzerine, yine sevgili basınımız her konuda olduğu gibi, ortalığı velveleye verdi... Karayolları tüm tedbirleri aldı, kulaktan kulağa herkes bu gün kar yağacağına o kadar inandırmıştıki kendini, hiç kimse olası bir ihtimali düşünmedi. Gerçi bu konudaki ikaz ve alınan tedbirler çok iyi ama dikkatimi çeken bir şey oldu, bizde fısıltı gazetesi o kadar hızlı işlev yapıyoki, canım yurdumun canım insanı bir günlükte olsa krizdir, işsizliktir bu gibi olumsuz düşüncelerden kurtulma isteği içinde kar duası na çıkmış gibi kar yağacak sözünü sürekli telafuz etti... Aslında bir şeyi kırkere söylersen olurmuş ama olmadı işte! Bu bir doğa olayı olmayabilir de düşüncesini kimse akla getirmiyor. Hepimiz bu sabah yataktan kalktığımızda ilk işimiz pencerelerden dışarı bakmak yerlerin, ağaçların bembeyaz bir örtüyle kaplandığını hayal etmişizdir.Hani fena da olmazdı... Aynı şeyi bende yaptım ama son bir haftada yaşadığımız nerdeyse sibirya soğuklarından eser yoktu tam aksine hava çokta sıcak olmamasına rağmen güneş hani naber diyip bize göz kırparcasına ışıl ışıl parlıyor ( Ey Allahım Hikmetinden Sual Olunmaz) sözünü bir daha aklıma getirdi doğrusu. Hadi bakalım yarın ola hayrola...

24 Aralık 2008 Çarşamba

Parlayan Yıldızlarım

Bazen kendini çok derin bir kuyuda hissedersin.Öyle yalnız, öyle amaçsız hissedersinki.Öncenin çok, ama sonranın hiç önemi yoktur(dün gitti yarın gelmeyecek) süzününde çokta anlamı olmuyor. Bu uzun ve siyah anlarda... Şükürsüzlük mü? bu bilmiyorum... Yoksa öncenin unutulamaması pişmanlıklarmı? Off ne büyük pişmanlıklar! Öyle ki kendine hesaplar sorarsın, bu ben değildim dersin kendine. Sana anlatılan en komik fıkralarda bile, içindeki ses sen sus gülme der...Çünkü suçlusun! Bir çocuğun elinden bebeği zorla alınmış gibi istemeden gülmeye son verirsin. Dostlarınla sohbetin en derin en güzel yerine girip sen konuşma der. Sen hep içindeki sesi dinler başını öne eğersin. Öncenin ahh öncenin içinde yaşanmamış yaşanasıca sevdalar vardır.

Başlamadan biten sevdalar, ah yüreğim ağır geliyor tüm bunlar sana. Neden? Neden hep beyaz bir gelinlik giydirdiler.Sonra çıkar gelinliği yakışmıyor sana dediler.Yakışmıştı halbuki bana bakmasını bilmemişlerdi, ben bakmıştım aynaya, sağıma, soluma kulağımda hüzünlü bir melodi çalıp durmasına rağmen yakışmıştı. Ben gözlerimden kaçarken aynadan, onlar beni çağırıyordu bizimle yüzleş diye... Dayanamadım daha fazla baktım.Gözlerim hüzün dolu gülemiyorum gelinliğimi çıkarmadan kaçmak istiyorum ordan,çıkardılar gelinliğimi siyah bir elbise giydirdiler sonra şimdi bak dediler. Baktım yine baktım sağıma, soluma sonra yine gözlerimle yüzleştim.Evet bu siyah elbise cuk diye oturdu üstüne, eteklerime acılar asılmıştı.Yaşanmamış sevdam, hüzünlerim asılmıştı.Evet bu tam sana göre çok yakıştı. Ondandanmıdır nedir bilmem siyaha sevdam başkadır.Siyah elbisem, sevdiğim anlar geceler, çünkü siyah. Önce şimdimde şimdim de öncede yaşıyor...Siyah elbisem ve eteklerime asılalanlar bırakmıyor. Ne yapıcam ben sizinle, arkamda iki parlak ışık var yalnız, sadece içimin sıcaklığını onlara borçluyum. Sanırım bana tek güç veren parlak ışıklarım... Siz gitmeyin benden ne olur, hep yanın böyle ışıl ışıl öncemin tek kazancı sizssiniz bana. Sonranın benim için hiç bir önemi yok.İki ışığım dışında yok olup gitmek isterim bazen, bir buhar gibi siyah karanlıklarda yada uyuyup hiç uyanmamak ama ışıklarım sızar yine karanlığıma, gözlerimi kamaştırırlar. Ben siyah elbisem,günahlarım,hatalarım, acılarım yaşanmamış sevdalarım ve bana sen uyuma diyen iki parlak ışığım, sen uyursan biz söneriz diyen iki parlak ışığım...

19 Aralık 2008 Cuma

SEN DE Mİ BENİ UNUTTUN BEY?

Çok beğendiğim bir hikayeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Biraz düşünmek ve kim olduğumuzun farkına varmak için, belki çok geç olmadan çevremizdeki insanlara olan tutumlarımızı değiştirmemiz gerektiğini anlarız.

-Son günlerde, bir surat, bir surat ki gelinde,
Çayımı bile yarım dolduruyor bey.
Allah'tan kulaklarım ağır işitiyor da
Duymuyorum ne söy lediğini
Ama yine de hissediyorum bey;
Beni bu evde galiba istemiyor artık
Hey gidi günler heeey.
Oğlunu bilirsin, vur kafasına al lokmayı
İki ara bir derede ne yapsın ana bu atsa atılmaz, satsa satılmaz.
Bana artık gizli gizli sarılıyor bey...
Dün akşam uyurken öptü beni biliyor musun?
Nasıl ağırıma gitti nasıl
Artık akide şekeri de getirmiyor.
Hani dişlerim yok ya, güya yerken garip sesler çıkarıyormuşum da
Çocuklar iğreniyormuş benden.
Yok, vallahi yalan be. Hiç yapar mıyım ben öyle şey?
Gelin çocuklara masal anlatmamı da yasakladı
Üstelik seninle konuşuyormuşum diye duvardaki resmini biryere sakladı
Olsun,
koynumdaki resminden haberi bile yok!
Yine de beddua edemem bey,
Oğlumun karısı, torunlarımın anası o.
Geçenlerde üst komşular geldi,
Ne konuştuklarını duymayayım diye kapıyı üstüme kilitledi.
Duymadım, duymadım, lakin hissettim.
Düşkünler evine yatıracaklarmış önümüzdeki ay beni
Ne yalan söyleyeyim epey ağırıma gitti, epey,
Ha, sen ne diyorsun bey?
Hani bir görünsen oğluna, ne de olsa babasısın,
Seni dinler.
Bu odada oturur, vallahi hiç dışarı çıkmam.
Akide şekeri de istemem.
Masal da anlatmam artık çocuklara
Ne olur ayırmasınlar beni bu evden
Yaşayamam nefes bile alamam
Sana ait anılardan uzak ne yaparım ben, ne yaparım?
Şu camın pervazında hayalin durur, çekmecelerde el izin.
Bastonun hala duvarda asılı.
İstemiyorlar beni artık, istemiyorlar hâsılı.
Hey gidi günler hey
Hani diyorum bir çağırsan
Yoksa… Yoksa sendemi unuttun beni bey
Sendemi unuttun beni bey?-


Birgün yaşlanacağımızı unutmayalım. Ve büyüklerimize bu sözleri söyletecek davranışlarda bulunmayalım.

3 Aralık 2008 Çarşamba

İmdat!.. Polis


“Polis. İstanbul Avcılar'da kalabalık bir restorandan bir kadını saçlarından sürükleyerek götüren polis yelekli şehir zorbalarının görüntüleri Türkiye'yi sarstı. 3 ay önce kendisine polis süsü veren bir grup saldırgan, restoran basıp bir kadını kaçırdı ve saatlerce tecavüz etti. Bu sırada restorandaki bir kişi bile ‘Kimsiniz, ne yapıyorsunuz' diye sormadı. Tecavüze uğrayan kadının başvurusunun ardından, restoranın güvenlik kamerası kayıtlarını inceleyen polis, 3 ay süren takip sonucunda şüphelileri yakaladı. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah olayla ilgili yaptığı açıklamada, vatandaşların bu tür olaylarda kendilerini polis olarak tanıtanlara kimlik sormasını istedi. polis yeleği giyen, otosunda mavi ışık olan herkese inanmayın, kimlik sorun” dedi... Cerrah “Kimlik sorun” dedi ama soranlar da fena halde dayak yedi. Hem de gerçek polislerden. Bunun üzerine insanın aklına "polis bunu yaparsa eli silahlı şehir eşkıyaları neler yapmaz?" sorusu geliyor... Moda parkında ailesiyle otururken, polislerin kimlik sorduğu Avukat Muammer Öz, “Önce siz kimliğinizi çıkartın“2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu'nda son yapılan değişiklikle 4. maddesine eklenen bir A fıkrası var. Bu fıkra 'Durdurma ve kimlik sorma' başlığını taşır. Bu maddede çok açık olarak der ki polis görevini yerine getirirken, kendisinin polis olduğunu belirleyen belgeyi gösterdikten sonra kişilere kimliğini sorabilir. Yani önce polis diyecek ki buyurun benim kimliğim. İster sivil olsun, ister resmi kıyafetli olsun. Ondan sonra diyecek ki lütfen siz kimliğinizi gösterir misiniz?”” deyince kaburgaları çatladı, burnu ve kolu kırıldı. Servis şirketi Hakan Yılmaz da 'hakkını bilen vatandaş' olmanın cezasını ağır ödedi. Cerrah'ın sözleri 'kolluk güçlerine kimlik sorulabiliyor mu' tartışmasını ateşledi. İstanbul Barosu Avukat Hakları Merkezi'nden Uğur Poyraz, vatandaşın polise kimlik sormaya cesareti olmadığını söyledi ve kendi meslektaşından bir örnek verdi:“Bunun işlediğini hiç görmedim. Vatandaşın yüzde 99'u sormaz. Çünkü bu cesaret ister. 24 yıldır avukatlık yapıyorum. Maalesef siz polise 'Önce sen kimliğini göster' dediğiniz vakit başınıza o kadar vahim, o kadar sıkıntılı olaylar gelebiliyor ki vatandaş belki binde bir sorma cesaretini gösterebiliyor. Hatta bunu yapan bir avukat arkadaşımız polis dayağı yedi. Avukat Muammer Öz, ailesiyle Moda parkında otururken, polisler geliyor, 'Kimlikleri çıkartın' diyor. Muammer de 'Önce siz kimliğinizi çıkartın' diyor. Sonuçta Muammer'in kaburgaları çatladı, burnu ve kolu kırıldı. Bir de üstüne polise mukavemetten hakkında dava açıldı. Çabalarımız sonucu polisler hakkında da dava açıldı ama hâlâ polisler duruşmaya getirilemedi.”“Maalesef son yıllarda polisin meslek içi eğitimi azaldı. Polise sadece silah eğitimi vermek yetmez, toplum ve insan psikolojisi konusunda polisin eğitilmesi şart. Özellikle sokaktaki genç polis arkadaşların daha dirayetli daha eğitimli olması gerekir. AB yasaları kağıt üzerinde kaldı. Çıkartılan yönetmelikler yasaların önüne geçiyor. Cezaevinde işkence nedeniyle ölen Engin Çeber polise mukavemet ettiği gerekçesiyle tutuklandı. Ancak ölümüyle ilgili soruşturmada 56 kişi hakkında dava açıldığı halde, tutuklananlar sadece gardiyanlar. Bu olayda polisin sorumluluğu olduğu halde kenarda tutulduğunu gösteriyor. Böylece insanlara da polis ne yaparsa yapsın bir şey olmaz izlenimi verilmiş oluyor.”Kendimi şunu düşünmekten alıkoyamıyorum. Acaba devletin kendisine verdiği avantajları poliste, halkın üzerinde, üstünlük kompleksi olarak'mı kullanıyor. Bence polis imdat numarası yerine, imdat polis numarası koyulsun. ve Devlet gerçek anlamda Polise sunduğu avantajları esnetmeli ve haddini bildirmeli.Yoksa orman kanunları çağalıcaktır Türkiye'de

1 Aralık 2008 Pazartesi

Tıkanıp Kaldığında Hayat..


Bir yerlerde tıkanıp kaldığında hayat, soluk almak güçleştiğinde, Yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını, Dağlara dönmeli yüzünü insan. Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak; Yeni insanlarla tanışmalı, yeni keşifler yapacak..... Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa, gerçekleştirmeyi denemeli! Her gecen gece, ölüme bir gün daha yaklaştığını; Zamanın bir nehir, kendisinin bir sal olup da, O dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı. Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler, Her aksam ayni can sıkıntısıyla eve giriliyorsa, Değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri; Küçük şeylerle başlamalı belki;
Örneğin, bir kaç durak önce inip servisten, otobüsten; yürümeli eve kadar, Yüreğine takmalı güneş gözlüklerini; gördüğünü hissedebilmeli! Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce, değerli olabilmeli hayat! İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için! Başkasının yerine koyabilmeli kendini; Ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli!
Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli! Su adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı; Sevgisiz, soysuz kalarak! Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden, Derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine... Günesin doğuşunu seyretmeli; Arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını... Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna; fırtınada borada; Öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın! Bir çocuğun ilk adımlarında umudu; bir gencin düşlerinde geleceği; Bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli!
Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu olmayı beklememeli! Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı; Bir fırsat yasamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için; kaçırmamalı! Çünkü; hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için, Hiç çaresiz kalmamışsan, dermanı olamazsın dertlerin; Ağlamayı bilmiyorsan, neşesizdir kahkahaların; Merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların... Ne, herkesi düşünmekten kendini; ne, kendini düşünmekten herkesi unutmalı! Bilmeli; çok kısa olduğunu hayatın;
Hep vermek ya da hep almak için... Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil, Söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli! Akli ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere... Hafızası olmalı insanin; Hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için! Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak! Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!
Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi; Ama, kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkini verebilsin sevdiklerinin; Zaman bulabilsin; bir teşekkür, bir elveda için... Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer; ssla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten; Ama, herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan! Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi...

Bozuk Simit Paraları İle Cenneti Satın Almak



Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsizlanıyordu. Defter ve kitaplarini çantalarina koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çikmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı.Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.öğretmeni, onun bu halini fark etti:- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?- Ahmet arkadaşımız var ya..- Evet, ne olmuş Ahmet'e?- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasina pek iyi şeyler koymuyor. - Eee?- Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu.Nurhan öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadariyla ailesinin durumu pek iyideğildi. Bu çalıskan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.Nurhan öğretmen:- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadariyla sizin de maddi durumunuz pek iyi değil. Yanlış mı biliyorum?- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyoyor, para kazanıyorum.- Nerede çalışıyorsun?- Simit satiyorum.Nurhan öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçeklesmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.Nurhan öğretmen, Ali'ye döndü:- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.- Çok zengin bir işadamı..- Niçin?- İnsanlara daha çok yardım etmek için,- Güzel, dedi Nurhan öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumupekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin. Olmaz mı?- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.- Neden olmaz?- Üç sebepten dolayı olmaz.Birincisi: Bu para zaten benim degil. Iyilik ettigim icin Allah, beniinsanlara sevimli gosteriyor. Insanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalısanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.İkincisi: 'Ağaç yaş iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı ögrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam.üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.Nurhan öğretmen, karşısında bu biri varmis gibi dinliyordu:- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadim, dedi.- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için,ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit paraı kadardır. Eğer zengin olmadan olürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?Nurhan öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı.Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarini, elmaslarinını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SİMİT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını. Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı, Ağladı. Ağladı.Kendine geldiğinde akşam olmuştu. Yavaş adimlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satin almak,Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen,bekçinin şaşkın bakışları altinda akşamın alaca karanlığına karışı vermişti Hikayeyi beğenmişseniz ve Ali'den utanmışsanız, maddi durumunuz iyideğilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısına bırakın.Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın.Maddi ihtiyaci olan bir akrabanıza yardım edin.Yeter ki boş durmayın!Ekmeği paylaşmak ekmeği yemekten daha lezzetlidir. ANONİM

29 Kasım 2008 Cumartesi

Sahildeki Ev



Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu,öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü...Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, ?bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur? diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... ?Senin için ölürüm? derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama?Hayır, ben senin için ölürüm? diye yanıt verirdi hep...Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, ?Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak....? Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, ?Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma? Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde ?satılık? levhası asılı olan. ?Ne dersin, bu evi alalım mı?? dedi adama. ?Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı...? ?Sen istersin de ben hiç hayır diyebilirmiyim?? diye yanıt verdi adam. ?Amerika?daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık....?Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika?ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: ?Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...?Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, ?Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat? diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, ?Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım? diye sözünü kesti arkadaşı. ?O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya....? ?Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları? diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, ?son bir kez kucaklamak isterim seni? diyecek oldu ama kadın, ?defol? dedi nefretle...İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika?ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. ?Sen, buraya ne yüzle geliyorsun? diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. ?Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor.? dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: ?Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika?daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldğını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika?ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...? Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, ?Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem? diyordu... Sırayla okudu; ?Seni çok sevdim?, ?Seni sevmekten hiç vazgeçmedim?, ?Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim.? ?Fakat benim için ölmeni istemedim? ?Şimdi bana söz vermeni istiyorum.? ?Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı??son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım....?

28 Kasım 2008 Cuma

Sevmek için paylaşmak gerekmiyor!


Bir gün delikanlının biri, yeni geldiği köyü gezerken önüne bahçesi güllerle
donanmış bir konak çıkmış; hele o bahçede öyle bir gül varmışki delikanlının aklını başından almış. Güzeller güzeli bir kız bir an gözgöze gelmişler ikisinin kalbide yerinden çıkacak gibiymiş. Delikanlının ağzından pervasızca şu sözler dökülmüş; "ben hergün buraya geleceğim güller içinde bir gül görmeye, ey gül yüzlü yar şu andan itibaren şunu bilki ölsem bile tabutumun yönü buradan geçecek" O günden sonra .. delikanlı hergün aynı saatte gelir kızla sadece bir süre bakışıp gidermiş.
Sevgileri o kadar büyük o kadar edepliymiş ki o bakışma bile her ikisine yetiyormuş, bir gün
kız aynı saatte delikanlıyı görmek için bahçeye çıkmış içine adını koyamadığı bir
acı düşmüş, delikanlının geleceği yöne acıyla bakmış birde ne görsün; kollarında bir
tabutla geçen bir cemaat! Kız çılgına dönmüş cevabını duymaya korkan bir tavırla
bahçıvana sesi titreyerek "kim öldü biliyormusun" demiş, bahçıvan "evet sabah namazın camiye giderken duydum genç biriymiş hiç sebepsiz kalbi durmuş, yalan dünya" işte diye söylenmiş. Bahçıvan tam o saatlerdede aksi tesadüf bizim delikanlıda kıza gelirken bir avcının kurşununa denk gelir ve yaralanır. Tabii güzel kız, ölenin o olduğunu sandığı için, günden güne solar, tıpkı; bir gül gibi uzun bir zaman geçer delikanlı iyleşir ve heyacanla kıza gider. Birde ne görsün; bahçedeki bütün güller solmuştur, bir hüzün havası hisseder, içine bir acı düşer, konağın önünde oynayan iki çocuğa cevabını duymaktan korkarak; "burda bir genç kız vardı nerde o biliyormusunuz?" Çocuklardan biri;
"ha o kızmı öldü verem olmuş dediler. Daha dün öldü." Delikanlının dünyası
yıkılmıştır... Aradan uzun yıllar geçer, küçük çocuk heyecanla babasına koşar "baba baba dedem güldü güldü sonunda, güldü" der. Babası çocuğuyla beraber hızla yaşlı ihtiyarın yanına gider; yaşlı ihtiyar sandalyesinde oturmuş, gerçekten o güne kadar gülmeyen yüzünü bir tebessüm almıştır. Elinde bir gül öyle bir tebassüm ki sevgiliye kavuşmanın verdiği mutluluğu taşıyor. Elinde bir gül, sım sıkı tutmuş, ama başı öne düşmüş, gözleri kapanmıştır...

Sevmek için paylaşmak gerekmiyor. Çıkarsız, beklentisiz, sizi siz olduğunuz için sevebilene ne mutlu!

25 Kasım 2008 Salı

Hayalime ortak olur musun?


Herkesin mutlaka bir hayali vardır.Bu gün sizinle Derincenin hayalini paylaşmak istedim.Belki yazdıklarımdan bazılarınız pisikolojik anliz yapabilir. Belki bazılarınız ne hayal be dersiniz. Belkide bazılarınız işte benimde hayalim bu diyip eksik yerleri doldurup hayalime ortak olur ne dersiniz?

Büyük şehrin keşmekeşinden mi yaşanılan sorunlardan mı nedir? Bilmem uzak bir sahil kasabasında yaşamak istemişimdir.İki odalı bir odun ev tahtadan verandası, küçük bir bahçesi, göz alabildiğince masmavi bir deniz, tertemiz bir kumsal odun evimin arkasında çam kokularıyla dolu küçük bir orman öyleki; gün doğuşuşunda odamın arka penceresini açtığımda, çılgın gibi öten kuş seslerini, önce yüzümü okşıyıp odama dolan çam kokularını içime çekip işte huzur, cennet budur demeli, sabah kahvaltımı veranda'da martılarla yapıp uzaktan kuğu gibi süzülen tekneleri görmeli, bahçemde çiçeklerim iltifatlarımı özleyen begonyalarım, güllerim, sümbüllerim boyunlarını bükmüşler, ayaklarımı görür görmez, sesimi duyar duymaz benim canlarım nasılmış? dediğimde coşar baş kaldırırlar, mis kokularıyla bana teşekkür ederler.

Ellerimle diktiğim sebzeleri toplamalı, beyaz tavşanımı bir kaç tavuğumu salmalı artık... Elimle beslemeli, hepsi ismini söylediğimde bunu anlamalı. Golden retriver cinsi köpeğim sabırla sırasını beklemeli, ona yaklaştığımda sevinçten coşmalı, olmadık cambazlıklar yapmalı, başını okşayıp onu sevdiğimde gözlerindeki sevgiyi sadakati anlamalı. Onunla beraber kumsalda deli gibi oynamalı, bu arada köpeğimin ismi Kral neden Kral? Ufak bir tehlike sezdiğinde dimdik azametli durduğu için Kral olmalı.. Ben sahilde yürürken; arkamdan gelmeli dalgalar ayağımı okşarken, serin serin geçmişe dönmeli, eski keşkelerimi sevdalarımı, hatalarımı düşünmeli, ağlamalı ve geçmişe gözyaşlarım dalgalara karışmalı, gün batımını veranda da sıcak bir fincan çayla seyretmeli, verandanın tavanında asılı olan rüzgar gülü, esen hafif meltemle kulağıma melodiler fısıldamalı, çalan güzel şarkının sözlerine dalmalı, elimde bir Necip Fazıl kitabı;

"Ne hasta bekler sabahı, Ne taze ölüyü mezar, Ne de seytan bir gunahı, Seni beklediğim kadar. Gecti istemem gelmeni, Yokluğunda buldum seni; Bırak vehmimde gölgeni, Gelme, artık neye yarar?" Gün batımının gök yüzüne bıraktığı o muhteşem kızıllık geçiyor; ne büyük huzur Allahım, hüzün olsada o bile huzur işte burada. Artık ay yavaş yavaş beliriyor gök yüzünde muhteşem bir yakamoz oluşturuyor ışığıyla denizde. Anılarımı, hatıralarımı, belleğimdeki tüm duyguları, belki bir günlüğe belki de bir kitaba yazmak istiyorum, yakamoza baktıkça hiç yayınlanmayacak kitabımı yada öldükten sonra okunacak günlüğümü hazırlamak istiyorum... Başımı koyacak omuz da olmalı mı sizce?

Kendisinden birşey bulan herkese hayalim açıktır, boşlukları size bırakıyorum. Herkesin hayali gerçekleşsin dileklerimle.

21 Kasım 2008 Cuma

Baba mısın Sapık mısın?


Bu gün bir kez daha insan olduğumdan nefret ettim. sabah işime geldim güzel bir gün umuduyla herkesin yaptığı gibi şu haberlere bi göz atayım dedim. Hay atmaz olaysaydım; adamın biri ne adamı ya hayvanın biri, öz kızına 9 yl boyunca tecavüz etmiş.
kızcağız şimdi 16 yaşında, yani 7 yaşındayken bu tacizler başlamış. 3 tanede kürtaj yaptırılmış. Sözüm ona anne olacak kadın bunu biliyor ve göz yummuş buna yıllarca ( korkuyormuuuşş)!! Bak sen yahu! Ben kızıma bunu yapan adamı uykuda gebertir gider aslanlar gibi 20 senede verilse paşa paşa yatarım be ! şimdi o kızcağız çocuk esirgeme yurduna verilmiş.

Haberde okuduğum kadarıyla sara hastalığına yakalanmış. işte burada da sistem bozukluğu devreye giriyor. Evet çocuk esirgeme yurduna veriliyor baba tutuklanıyor, yani adalet sağlanıyor herkesin vijdanı rahatlıyor. Ya o küçük kızın hayatı sizce düzeliyormu bundan sonra ?

Cem Karaca’nın şarkısında söylediği gibi( ben feleğin tekerine çomak sokarım).

Aslımız kim? Neslimiz kim? Kaybediyoruz bilen var mı?


Son zamanlarda, bende iyice endişe haline gelen bir sorunu paylaşmak istiyorum. Son 10 yıldır, dilimize dolanan bir “kuşak çatışması” sözü var. Ve sanırım 10 yılda bir, kuşak yenileniyor. Tamam, 10 yılda bir kuşağın yenilenmesine sözüm yok, çünkü bu doğal bir şey, ama şimdiki yeni nesil gençlik denilen şeyi gördükçe, geleceğe dair umut ışıklarım sönüyor.

Hepimiz toplu taşıma araçlarına binmişizdir. Hayatımızda günlük eğlence yerlerine, kafelere, halka açık yerlere gitmişizdir. Disko ve barlardan bahsetmiyorum bile! Özellikle genç erkeklerin giyimleriyle, sözüm ona tarz ve imaj dedikleri saç yapılarıyla, konuşma şekilleriyle ve benim kafamda bunların aklı sadece belden aşağılarına çalışıyor, demekten başka bir fikir getirmeyen davranışlarına. bende bir anne olarak; acaba çocuklarım (şu an çok küçükler) büyüyünce bütün nasihatlerime, yaşam tarzımdaki örneğime ve hayata bakış açıma rağmen böylemi olacaklar? Diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bir” ergenlik zamanıdır” diye, tutturup gidiyoruz .Biz ebeveynler;” amman üstüne gitmeyelim, aman ne diyorsa yapalım, aman kaçıp gitmesin, kötü alışkanlıklara başlamasın” diye, kendimizi onların yönetimine bıraktığımızın, bilmem farkındamıyız? Artık evimizde oğlumuz ve kızımız bizi yönetiyor. Bu manzaraları gördükçe, hayıflanmıyor değilim…

Bana da sunulan hayata bırakın ergenlik denen bir lüks davranışı uygulamayı, çocukluğumu bile yaşayamadığıma, hayıflanıyorum. Belki aranızdan, ”nekadar dar bir görüş sergiliyor.” Diyenler çıkacaktır. “Evet biz buyuz, işinize gelirse” tutumunu sergileyen gençleri gördükçe, anne ve babalarımızın bizim kuşağımızda, bize büyük haksızlıklar yaptığını, farkediyorum. 10 yıl gibi kısa bir sürede, bu lüksü elimizden kaçırıyoruz. Açıkçası fazla kuralcı ve otoriter olduklarından, şikayetçiyim. Ama şimdi ki neslin, ne kadar hazırcı, duyarsız ve bayağı davranışlarını gördükçe; annem ve babamın bana sezgiyi amaçlarım için, mücadele etmemi bayağı düşünmeden, davranmadan, aslımı yani Osmanlı torunu olduğumu, Anadolu insanı olduğumu, unutmamamı ve o yüzden hayat değerlerime sahip çıkmamı aşıladıklarından dolayı; onlara minettarım doğrusu. Modernliğe yeniliğe açık olmak güzeldir, ama bunu yozlaşmış bir şekilde lanse etmek, batılaşma sürecinde sadece teknolojinin ve ya hayatın değil, çekirdekten yetişen beyinlerimizinde dahil olduğunu görüyoruz ve buda gerçekten üzüyor beni.

Akşamdan beni canımdan bezdiren diş acıma ; son vermek için gittiğim Diş Hekimi’nde sıramı beklerken; sehpanın üzerindeki, aylık dergilerden birini alıp karıştırdım. Üç farklı ülkeden gelen, ülkemizde uzun zamandır yaşamaya başlayan insanlarla yapılan röportajda; ülkemizin ve insanımızın hakkında yaptıkları güzel bir yorum, koltuklarımı kabarttı… İngiliz ve Amerikalı kadınlardan ikisi, “Biz ülkemizde babaannemize, anneannelerimize, dayı ve teyzelerimize ismiyle hitap ederiz ve onların hayatımızda, özel günlerimizde, yanımızda olmaları çokta önemli değildir. Ama ülkenizde yaşadıktan sonra, bayramlarda, özel günlerde yaşlılarınızın, baş köşede oturup hala, dayı, teyze ve diğer aile bireyleriyle, coşkulu beraberlik geçirmeleri bizi çok etkiledi. Ülkemizi ziyaret etmek için gittiğimizde, büyük annemi görmek istiyorum, halamı, dayımı çağırın! dediğimde anne ve babalarımız şaşırdılar. Biz çocuklarımızıda böyle bir felsefelyle büyütüyoruz.” Demişler! Evet bizim Kültürümüze hayran olup, bizleşmeye çalışan, batının insanından neden ders alamıyoruz ? Farkındaysanız; batılı bizleşmeye çalışırken, bizi süzgeçten geçirip neyi alıp neyi bırakıcağınıda biliyor. Biz neden bunu yapamıyoruz? Çağdaşlaşma adına, batılaşma adına, ne kadar yozluk ve batının kötü alışkanlığı varsa; biz asıl onları miras bilip, onları yapmaya çaba sarfediyoruz. Kaba bir tabir ama batılıda bize “kıçıyla gülüyor”… Bundan haberimiz var mı? şöyle bir söz vardırya, ‘’sağlıklı milletler, sağlıklı toplum, sağlıklı toplumlar sağlıklı aile, sağlıklı aile de sağlıklı bireyler oluşturur ” düşüncsinin hangi kısmını uyguluyoruz acaba? Bu vatan için, bu kıymet bilmez genç denilen bitik nesil için canını feda eden aslan gibi gençlere yazık olmuş gerçekten.

Şimdi size soruyorum ; Aslımız kim? Neslimiz kim? Kaybediyoruz bilen var mı?

Alo Terapi İstiyorum Yoksa Harakiri(!)

Japonya da depresif insanlar, cep telefonları aracılığıyla ücretsiz psikoterapi yardımıalabilecekmiş (Hani bize yok mu). Servisin yaratıcısı Profesör Yutaka Ohno,ihtiyacı olduğu anda insanlara yardımcı olacak olan projenin, deprosyana karşıbir şekilde günlük depresyon önleyici bir tedbir olduğunu belirtiyor. Ceptelefonu kullanıcısı; uyku düzeninden tutunda, beslenme biçimi, o günkü ruhhalini iyileştirme, konusunda da terapi verilecekmiş.

Düşünebiliyor musunuz? Sabah yatağanızdan kalkıyorsunuz; uykunuzdan önce bıraktığınız tüm sorunlarla yeniden buluşuyorsunuz, üstüne de yenileriyle karşılaşıyorsunuz. Hele biz kadınlar için, her yeni gün, yeni sorunlar oluyor. Anneyseniz, eşseniz, çalışan bir anneyseniz, hem bunlarla başa çıkmaya çalışıp, hem de bir sürü dert denilen safsatalarla uğraşıyorsunuz. İşte bunlardan bazıları; sırf caka atmak için, cep telefonlarımızının görüntüsüne dünya para harcarız ( iki arkadaş bir araya geldiğinde, benim telefonum seninkini döver). Genelde, bu parayı harcamayı gözden çıkardığımız cep telefonu denen aleti ise, şu durumlarda kullanıyoruz; ” Serçe parmağıma kramp girdi Ayten, en sevdiğim elbiseme çamaşırsuyu döküldü, Sercan, sevgilim beni terk etti, artık yaşamayamam” vıdı vıdılarıyla sadece kafa şişiriyoruz…. Ben tüm bunlardan Yutaka Ohno, size sığınıyorum. Ne olur telefonumu sabah ilk siz çaldırın.

Aslında bizim millet olarak böyle bir terapiye ihtiyacımız var. Kendi yaşantımızda bile, mesai arkadaşlarımla her gün yaşadığımız kötü ruh halimizi, ertesi gün başka bir mesai arkadaşımıza devrediyoruz. Aslında dert yok! İşin özünde dertçikler çok. Tamam maddi sıkıntı önemli, çoğumuzun serzenişi bundan, ama biz millet olarak lüks yaşamaktan, giyim kuşamdan, gezmekten de geri kalmayız, yakınmaktan da, kafa şişirmekten de geri kalmayız.

Dertçikleri dert saymaktan mı ne? Hoş görümüz çoktan yok olmuş. “Of içimde bir sıkıntı var nedendir bilmem?” Yağmur yağmaz şikâyet ederiz, yağar, “aman ne boğucu ve kasvetli bir hava” der, sıkıntımızı günün rengine yükleriz. “Hava yağmurlu, kapalıya ondan” deriz. Ayaklarımız var çiftlerce ayakkabı alırız, mağazaların önünden geçerken, gözümüze son kestirdiğimiz ayyakabıyı alamadığımızı dert sayar, gelir arkadaşımızın kafasını şişiririz. Oysa; hiç ayakkabı giyemeyen bedensel özürlü insanları düşünmez, güzel yurdumun güzel insanları! “Dünya boş” diyoruz, dünya dolu aslında, görebilene. Sadece biz boş yaşıyoruz. Şundan emin oldum ki;Türkiye’de birey başına bir terapist gerekiyor, ama ileride eğer böyle bir şey zorunlu olursa en azından şirket çalışanlarına terapi zorunluluğu olmalı ki, umarım olur ilk terapiyi ben isteyeceğim. Bu dertçikleri kafasına takanları taktığım için, pardon cep telefonum çaldı umarım Yutaka Onho dur.
 

derince © 2008 . Design By: SkinCorner