
29 Aralık 2008 Pazartesi
Aynı Allah'ın Evlatları Değiliz

Sen Ağlama Şimdi Gülenler, Ebediyette Kan Ağlayacak.

Sivil toplum örgütleri, azınlık topluluklar protestolarla,yürüyüşlerle, tepkilerle insan olarak seslerini duyurmaya çalışıyor. ''Ama böylesi bir vahşete yetermi? İnsan olmak için müslüman mı olmak gerekiyor? Daha dün gibi ''oğlunu arkasına saklamaya çalışan babasıyla oğlunu'' Tıpkı bir hedef tahtası gibi vuran israil askerlerinin vahşeti akıllarımızdan silinmediki! ''bu gün ölen çocuk, yaşlı, genç bunlar insan. Ama bunu seyredip susanda bunu yapan kadar hayvandır...
Böyle politik boyun eğmelerin, böyle korkaklıkların canı cehenneme... İnsanlara çektirilen bu ızdıraplara nerde olursa olsun. Kim olursa olsun lanenetle kınıyorum...
27 Aralık 2008 Cumartesi
Davetiye

25 Aralık 2008 Perşembe
Hani Nerde Kartopu

24 Aralık 2008 Çarşamba
Parlayan Yıldızlarım

Başlamadan biten sevdalar, ah yüreğim ağır geliyor tüm bunlar sana. Neden? Neden hep beyaz bir gelinlik giydirdiler.Sonra çıkar gelinliği yakışmıyor sana dediler.Yakışmıştı halbuki bana bakmasını bilmemişlerdi, ben bakmıştım aynaya, sağıma, soluma kulağımda hüzünlü bir melodi çalıp durmasına rağmen yakışmıştı. Ben gözlerimden kaçarken aynadan, onlar beni çağırıyordu bizimle yüzleş diye... Dayanamadım daha fazla baktım.Gözlerim hüzün dolu gülemiyorum gelinliğimi çıkarmadan kaçmak istiyorum ordan,çıkardılar gelinliğimi siyah bir elbise giydirdiler sonra şimdi bak dediler. Baktım yine baktım sağıma, soluma sonra yine gözlerimle yüzleştim.Evet bu siyah elbise cuk diye oturdu üstüne, eteklerime acılar asılmıştı.Yaşanmamış sevdam, hüzünlerim asılmıştı.Evet bu tam sana göre çok yakıştı. Ondandanmıdır nedir bilmem siyaha sevdam başkadır.Siyah elbisem, sevdiğim anlar geceler, çünkü siyah. Önce şimdimde şimdim de öncede yaşıyor...Siyah elbisem ve eteklerime asılalanlar bırakmıyor. Ne yapıcam ben sizinle, arkamda iki parlak ışık var yalnız, sadece içimin sıcaklığını onlara borçluyum. Sanırım bana tek güç veren parlak ışıklarım... Siz gitmeyin benden ne olur, hep yanın böyle ışıl ışıl öncemin tek kazancı sizssiniz bana. Sonranın benim için hiç bir önemi yok.İki ışığım dışında yok olup gitmek isterim bazen, bir buhar gibi siyah karanlıklarda yada uyuyup hiç uyanmamak ama ışıklarım sızar yine karanlığıma, gözlerimi kamaştırırlar. Ben siyah elbisem,günahlarım,hatalarım, acılarım yaşanmamış sevdalarım ve bana sen uyuma diyen iki parlak ışığım, sen uyursan biz söneriz diyen iki parlak ışığım...
19 Aralık 2008 Cuma
SEN DE Mİ BENİ UNUTTUN BEY?

-Son günlerde, bir surat, bir surat ki gelinde,
Çayımı bile yarım dolduruyor bey.
Allah'tan kulaklarım ağır işitiyor da
Duymuyorum ne söy lediğini
Ama yine de hissediyorum bey;
Beni bu evde galiba istemiyor artık
Hey gidi günler heeey.
Oğlunu bilirsin, vur kafasına al lokmayı
İki ara bir derede ne yapsın ana bu atsa atılmaz, satsa satılmaz.
Bana artık gizli gizli sarılıyor bey...
Dün akşam uyurken öptü beni biliyor musun?
Nasıl ağırıma gitti nasıl
Artık akide şekeri de getirmiyor.
Hani dişlerim yok ya, güya yerken garip sesler çıkarıyormuşum da
Çocuklar iğreniyormuş benden.
Yok, vallahi yalan be. Hiç yapar mıyım ben öyle şey?
Gelin çocuklara masal anlatmamı da yasakladı
Üstelik seninle konuşuyormuşum diye duvardaki resmini biryere sakladı
Olsun,
koynumdaki resminden haberi bile yok!
Yine de beddua edemem bey,
Oğlumun karısı, torunlarımın anası o.
Geçenlerde üst komşular geldi,
Ne konuştuklarını duymayayım diye kapıyı üstüme kilitledi.
Duymadım, duymadım, lakin hissettim.
Düşkünler evine yatıracaklarmış önümüzdeki ay beni
Ne yalan söyleyeyim epey ağırıma gitti, epey,
Ha, sen ne diyorsun bey?
Hani bir görünsen oğluna, ne de olsa babasısın,
Seni dinler.
Bu odada oturur, vallahi hiç dışarı çıkmam.
Akide şekeri de istemem.
Masal da anlatmam artık çocuklara
Ne olur ayırmasınlar beni bu evden
Yaşayamam nefes bile alamam
Sana ait anılardan uzak ne yaparım ben, ne yaparım?
Şu camın pervazında hayalin durur, çekmecelerde el izin.
Bastonun hala duvarda asılı.
İstemiyorlar beni artık, istemiyorlar hâsılı.
Hey gidi günler hey
Hani diyorum bir çağırsan
Yoksa… Yoksa sendemi unuttun beni bey
Sendemi unuttun beni bey?-
Birgün yaşlanacağımızı unutmayalım. Ve büyüklerimize bu sözleri söyletecek davranışlarda bulunmayalım.
3 Aralık 2008 Çarşamba
İmdat!.. Polis

“Polis. İstanbul Avcılar'da kalabalık bir restorandan bir kadını saçlarından sürükleyerek götüren polis yelekli şehir zorbalarının görüntüleri Türkiye'yi sarstı. 3 ay önce kendisine polis süsü veren bir grup saldırgan, restoran basıp bir kadını kaçırdı ve saatlerce tecavüz etti. Bu sırada restorandaki bir kişi bile ‘Kimsiniz, ne yapıyorsunuz' diye sormadı. Tecavüze uğrayan kadının başvurusunun ardından, restoranın güvenlik kamerası kayıtlarını inceleyen polis, 3 ay süren takip sonucunda şüphelileri yakaladı. İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah olayla ilgili yaptığı açıklamada, vatandaşların bu tür olaylarda kendilerini polis olarak tanıtanlara kimlik sormasını istedi. polis yeleği giyen, otosunda mavi ışık olan herkese inanmayın, kimlik sorun” dedi... Cerrah “Kimlik sorun” dedi ama soranlar da fena halde dayak yedi. Hem de gerçek polislerden. Bunun üzerine insanın aklına "polis bunu yaparsa eli silahlı şehir eşkıyaları neler yapmaz?" sorusu geliyor... Moda parkında ailesiyle otururken, polislerin kimlik sorduğu Avukat Muammer Öz, “Önce siz kimliğinizi çıkartın“2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu'nda son yapılan değişiklikle 4. maddesine eklenen bir A fıkrası var. Bu fıkra 'Durdurma ve kimlik sorma' başlığını taşır. Bu maddede çok açık olarak der ki polis görevini yerine getirirken, kendisinin polis olduğunu belirleyen belgeyi gösterdikten sonra kişilere kimliğini sorabilir. Yani önce polis diyecek ki buyurun benim kimliğim. İster sivil olsun, ister resmi kıyafetli olsun. Ondan sonra diyecek ki lütfen siz kimliğinizi gösterir misiniz?”” deyince kaburgaları çatladı, burnu ve kolu kırıldı. Servis şirketi Hakan Yılmaz da 'hakkını bilen vatandaş' olmanın cezasını ağır ödedi. Cerrah'ın sözleri 'kolluk güçlerine kimlik sorulabiliyor mu' tartışmasını ateşledi. İstanbul Barosu Avukat Hakları Merkezi'nden Uğur Poyraz, vatandaşın polise kimlik sormaya cesareti olmadığını söyledi ve kendi meslektaşından bir örnek verdi:“Bunun işlediğini hiç görmedim. Vatandaşın yüzde 99'u sormaz. Çünkü bu cesaret ister. 24 yıldır avukatlık yapıyorum. Maalesef siz polise 'Önce sen kimliğini göster' dediğiniz vakit başınıza o kadar vahim, o kadar sıkıntılı olaylar gelebiliyor ki vatandaş belki binde bir sorma cesaretini gösterebiliyor. Hatta bunu yapan bir avukat arkadaşımız polis dayağı yedi. Avukat Muammer Öz, ailesiyle Moda parkında otururken, polisler geliyor, 'Kimlikleri çıkartın' diyor. Muammer de 'Önce siz kimliğinizi çıkartın' diyor. Sonuçta Muammer'in kaburgaları çatladı, burnu ve kolu kırıldı. Bir de üstüne polise mukavemetten hakkında dava açıldı. Çabalarımız sonucu polisler hakkında da dava açıldı ama hâlâ polisler duruşmaya getirilemedi.”“Maalesef son yıllarda polisin meslek içi eğitimi azaldı. Polise sadece silah eğitimi vermek yetmez, toplum ve insan psikolojisi konusunda polisin eğitilmesi şart. Özellikle sokaktaki genç polis arkadaşların daha dirayetli daha eğitimli olması gerekir. AB yasaları kağıt üzerinde kaldı. Çıkartılan yönetmelikler yasaların önüne geçiyor. Cezaevinde işkence nedeniyle ölen Engin Çeber polise mukavemet ettiği gerekçesiyle tutuklandı. Ancak ölümüyle ilgili soruşturmada 56 kişi hakkında dava açıldığı halde, tutuklananlar sadece gardiyanlar. Bu olayda polisin sorumluluğu olduğu halde kenarda tutulduğunu gösteriyor. Böylece insanlara da polis ne yaparsa yapsın bir şey olmaz izlenimi verilmiş oluyor.”Kendimi şunu düşünmekten alıkoyamıyorum. Acaba devletin kendisine verdiği avantajları poliste, halkın üzerinde, üstünlük kompleksi olarak'mı kullanıyor. Bence polis imdat numarası yerine, imdat polis numarası koyulsun. ve Devlet gerçek anlamda Polise sunduğu avantajları esnetmeli ve haddini bildirmeli.Yoksa orman kanunları çağalıcaktır Türkiye'de
1 Aralık 2008 Pazartesi
Tıkanıp Kaldığında Hayat..

Bozuk Simit Paraları İle Cenneti Satın Almak

Günün son dersinin sonuna gelinmişti. Öğrenciler çıkmak için sabırsizlanıyordu. Defter ve kitaplarini çantalarina koydular. Zil çalar çalmaz, dışarı çikmak için hazırdılar. Yalnız, Ali hazırlanmamıştı.Gecikmek için de elinden geleni yapıyordu. Nihayet zil çaldı. Öğrenciler bir anda kapıya yöneldi. Ali, yerinden kalkmadı. Ağır ağır eşyasını topladı. Bir yandan göz ucuyla öğretmenine bakıyor, bir yandan da arkadaşlarının gitmesini bekliyordu.öğretmeni, onun bu halini fark etti:- Hayrola Ali, dedi. Eve gitmeyecek misin?Ali, son arkadaşının da çıktığını görünce cevap verdi:- Sizinle konuşmak istiyordum öğretmenim.- Peki, dedi öğretmeni. Ne söyleyeceksin bakalım?- Ahmet arkadaşımız var ya..- Evet, ne olmuş Ahmet'e?- Durumları pek iyi değil galiba. Annesi, beslenme çantasina pek iyi şeyler koymuyor. - Eee?- Ona yardım etmek istiyorum. Ama benim yardım ettiğimi bilirse üzülür. Günde bir simit parası biriktirip her hafta size versem, siz de ona verseniz?Cebinden bir avuç bozuk para çıkarıp öğretmenin masasının üzerine koydu.Nurhan öğretmen, paraya dokunmadı. Sandalyesine oturup düşündü. Ali hakkındaki bilgilerini yokladı. Bildiği kadariyla ailesinin durumu pek iyideğildi. Bu çalıskan ve sevimli öğrencisi, ne kadar da iyi niyetli ve düşünceliydi. Zengin bir ailenin çocuğu değildi. Buna rağmen yardim etmek istiyordu. üstelik yardım ettiğinin bilinmesini istemiyordu.Nurhan öğretmen:- Dur bakalım Ali, dedi. Bildiğim kadariyla sizin de maddi durumunuz pek iyi değil. Yanlış mı biliyorum?- Doğru biliyorsunuz öğretmenim. Babam gündelikçi. çoğu zaman iş bulamıyor. Ama ben de çalışıyoyor, para kazanıyorum.- Nerede çalışıyorsun?- Simit satiyorum.Nurhan öğretmen yine durup düşündü. İyiliğin bu kadarına ne demeliydi şimdi? Bunun gerçeklesmesi zordu. Onu, bundan vazgeçirmek için bir çare bulmalıydı. Bunu yaparken, sevimli öğrencisini de kırmamalıydı. Onunla biraz daha konuşursa, belki bir yolunu bulurdu.Nurhan öğretmen, Ali'ye döndü:- Büyüyünce ne olmak istiyorsun, diye sordu.- Çok zengin bir işadamı..- Niçin?- İnsanlara daha çok yardım etmek için,- Güzel, dedi Nurhan öğretmen. Bak şimdi Ali, Ahmet'in ailesinin durumupekiyi değil, bu doğru. Ama sizinki de bundan pek farklı değil. İstersen acele etme. Çok zengin olduğun zaman insanlara yardım edersin. Olmaz mı?- Olmaz, dedi Ali. Şimdi yapmalıyım.- Neden olmaz?- Üç sebepten dolayı olmaz.Birincisi: Bu para zaten benim degil. Iyilik ettigim icin Allah, beniinsanlara sevimli gosteriyor. Insanlar da bundan etkileniyor, daha çok simit alıyorlar. Bu sayede gün boyu çalısanlardan bile fazla simit satıyorum. Hele mahallede Hasan Amca var, her gün iki simit alıp güvercinlere veriyor.İkincisi: 'Ağaç yaş iken eğilir.' deniliyor. Şimdiden iyilik yapmayı ögrenmezsem büyüdüğümde hiç yapamam.üçüncüsü ise daha önemli: Büyüdüğüm zaman çok zengin bir işadamı olmak istiyorum. Zamanında yatırım yapmayanlar büyük işadamı olamazlar.Nurhan öğretmen, karşısında bu biri varmis gibi dinliyordu:- Bu sonuncusunu pekiyi anlayamadim, dedi.- Açıklayayım öğretmenim, dedi Ali. Şimdi, çok zengin olmadığım için,ancak günde bir simit parası kadar yardım edebiliyorum. Bundan fazlasını veremem. Allah, Cennet'i gücü kadar iyilik edene veriyor. Şimdi gücüm bu olduğuna göre, Cennet'in fiyatı birkaç simit paraı kadardır. Eğer zengin olmadan olürsem birkaç simit parasıyla Cennet'e girebilirim. Bundan daha karlı bir yatırım olur mu?Nurhan öğretmen'in gözleri dolmuştu. Başını 'Evet' anlamında sallarken Ali'yi evine yolladı.Sınıfa geri dönerken okulun boşaldığını fark etti. Eşyalarını toplamak için masasına döndüğünde Ali'nin bıraktığı paraların masa üstünde kaldığını fark etti. Sandalyesine gayri ihtiyari oturdu ve paraları eline aldı.Hiçbir para ona bu kadar kıymetli gelmemişti. Sanki elinde dünyanın en kıymetli incilerini, yakutlarini, elmaslarinını tutuyordu. Hatta bu paralar onlardan bile kıymetliydi. Bu paralar, bu bozuk SİMİT paraları, Cenneti satın alabilecek paralardı. Sanki hiç bırakmak istemeyen bir duygu ile sımsıkı kavradı bu bozuk simit paralarını. Oturduğu yerden kalkamadı Nurhan öğretmen. İçinin dolduğunu, Tarif edilemeyen duygulara boğulduğunu hissetti. Birden boşalan sağanak yağmurlar gibi ağlamaya başladı. Ağladı, Ağladı. Ağladı.Kendine geldiğinde akşam olmuştu. Yavaş adimlarla sınıftan çıkıp okuldan ayrılırken bekçi Sadık 'Bozuk Simit paraları ile cenneti satin almak,Bozuk Simit paraları ile cenneti satın almak' diye Nurhan öğretmenin sayıkladığını duydu. Bekçinin hayretler içinde, 'Ne dediniz hocam?' demesini bile duymayan Nurhan öğretmen,bekçinin şaşkın bakışları altinda akşamın alaca karanlığına karışı vermişti Hikayeyi beğenmişseniz ve Ali'den utanmışsanız, maddi durumunuz iyideğilse bile, iki tane ekmek alıp bölgenizdeki bir fakirin kapısına bırakın.Bir okul önünde biraz bekleyip yırtık ayakkabısı olan bir çocuğa ayakkabı alın.Maddi ihtiyaci olan bir akrabanıza yardım edin.Yeter ki boş durmayın!Ekmeği paylaşmak ekmeği yemekten daha lezzetlidir. ANONİM
29 Kasım 2008 Cumartesi
Sahildeki Ev

Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu,öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü...Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, ?bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur? diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... ?Senin için ölürüm? derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama?Hayır, ben senin için ölürüm? diye yanıt verirdi hep...Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, ?Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak....? Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, ?Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma? Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde ?satılık? levhası asılı olan. ?Ne dersin, bu evi alalım mı?? dedi adama. ?Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı...? ?Sen istersin de ben hiç hayır diyebilirmiyim?? diye yanıt verdi adam. ?Amerika?daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık....?Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika?ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: ?Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut...?Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, ?Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat? diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, ?Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım? diye sözünü kesti arkadaşı. ?O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya....? ?Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları? diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, ?son bir kez kucaklamak isterim seni? diyecek oldu ama kadın, ?defol? dedi nefretle...İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika?ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. ?Sen, buraya ne yüzle geliyorsun? diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. ?Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor.? dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: ?Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika?daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldğını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika?ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...? Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, ?Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem? diyordu... Sırayla okudu; ?Seni çok sevdim?, ?Seni sevmekten hiç vazgeçmedim?, ?Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim.? ?Fakat benim için ölmeni istemedim? ?Şimdi bana söz vermeni istiyorum.? ?Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı??son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım....?
28 Kasım 2008 Cuma
Sevmek için paylaşmak gerekmiyor!

Bir gün delikanlının biri, yeni geldiği köyü gezerken önüne bahçesi güllerle
donanmış bir konak çıkmış; hele o bahçede öyle bir gül varmışki delikanlının aklını başından almış. Güzeller güzeli bir kız bir an gözgöze gelmişler ikisinin kalbide yerinden çıkacak gibiymiş. Delikanlının ağzından pervasızca şu sözler dökülmüş; "ben hergün buraya geleceğim güller içinde bir gül görmeye, ey gül yüzlü yar şu andan itibaren şunu bilki ölsem bile tabutumun yönü buradan geçecek" O günden sonra .. delikanlı hergün aynı saatte gelir kızla sadece bir süre bakışıp gidermiş.
Sevgileri o kadar büyük o kadar edepliymiş ki o bakışma bile her ikisine yetiyormuş, bir gün
kız aynı saatte delikanlıyı görmek için bahçeye çıkmış içine adını koyamadığı bir
acı düşmüş, delikanlının geleceği yöne acıyla bakmış birde ne görsün; kollarında bir
tabutla geçen bir cemaat! Kız çılgına dönmüş cevabını duymaya korkan bir tavırla
bahçıvana sesi titreyerek "kim öldü biliyormusun" demiş, bahçıvan "evet sabah namazın camiye giderken duydum genç biriymiş hiç sebepsiz kalbi durmuş, yalan dünya" işte diye söylenmiş. Bahçıvan tam o saatlerdede aksi tesadüf bizim delikanlıda kıza gelirken bir avcının kurşununa denk gelir ve yaralanır. Tabii güzel kız, ölenin o olduğunu sandığı için, günden güne solar, tıpkı; bir gül gibi uzun bir zaman geçer delikanlı iyleşir ve heyacanla kıza gider. Birde ne görsün; bahçedeki bütün güller solmuştur, bir hüzün havası hisseder, içine bir acı düşer, konağın önünde oynayan iki çocuğa cevabını duymaktan korkarak; "burda bir genç kız vardı nerde o biliyormusunuz?" Çocuklardan biri;
"ha o kızmı öldü verem olmuş dediler. Daha dün öldü." Delikanlının dünyası
yıkılmıştır... Aradan uzun yıllar geçer, küçük çocuk heyecanla babasına koşar "baba baba dedem güldü güldü sonunda, güldü" der. Babası çocuğuyla beraber hızla yaşlı ihtiyarın yanına gider; yaşlı ihtiyar sandalyesinde oturmuş, gerçekten o güne kadar gülmeyen yüzünü bir tebessüm almıştır. Elinde bir gül öyle bir tebassüm ki sevgiliye kavuşmanın verdiği mutluluğu taşıyor. Elinde bir gül, sım sıkı tutmuş, ama başı öne düşmüş, gözleri kapanmıştır...
Sevmek için paylaşmak gerekmiyor. Çıkarsız, beklentisiz, sizi siz olduğunuz için sevebilene ne mutlu!
25 Kasım 2008 Salı
Hayalime ortak olur musun?

21 Kasım 2008 Cuma
Baba mısın Sapık mısın?

Bu gün bir kez daha insan olduğumdan nefret ettim. sabah işime geldim güzel bir gün umuduyla herkesin yaptığı gibi şu haberlere bi göz atayım dedim. Hay atmaz olaysaydım; adamın biri ne adamı ya hayvanın biri, öz kızına 9 yl boyunca tecavüz etmiş.
kızcağız şimdi 16 yaşında, yani 7 yaşındayken bu tacizler başlamış. 3 tanede kürtaj yaptırılmış. Sözüm ona anne olacak kadın bunu biliyor ve göz yummuş buna yıllarca ( korkuyormuuuşş)!! Bak sen yahu! Ben kızıma bunu yapan adamı uykuda gebertir gider aslanlar gibi 20 senede verilse paşa paşa yatarım be ! şimdi o kızcağız çocuk esirgeme yurduna verilmiş.
Haberde okuduğum kadarıyla sara hastalığına yakalanmış. işte burada da sistem bozukluğu devreye giriyor. Evet çocuk esirgeme yurduna veriliyor baba tutuklanıyor, yani adalet sağlanıyor herkesin vijdanı rahatlıyor. Ya o küçük kızın hayatı sizce düzeliyormu bundan sonra ?
Cem Karaca’nın şarkısında söylediği gibi( ben feleğin tekerine çomak sokarım).
Aslımız kim? Neslimiz kim? Kaybediyoruz bilen var mı?

Son zamanlarda, bende iyice endişe haline gelen bir sorunu paylaşmak istiyorum. Son 10 yıldır, dilimize dolanan bir “kuşak çatışması” sözü var. Ve sanırım 10 yılda bir, kuşak yenileniyor. Tamam, 10 yılda bir kuşağın yenilenmesine sözüm yok, çünkü bu doğal bir şey, ama şimdiki yeni nesil gençlik denilen şeyi gördükçe, geleceğe dair umut ışıklarım sönüyor.
Hepimiz toplu taşıma araçlarına binmişizdir. Hayatımızda günlük eğlence yerlerine, kafelere, halka açık yerlere gitmişizdir. Disko ve barlardan bahsetmiyorum bile! Özellikle genç erkeklerin giyimleriyle, sözüm ona tarz ve imaj dedikleri saç yapılarıyla, konuşma şekilleriyle ve benim kafamda bunların aklı sadece belden aşağılarına çalışıyor, demekten başka bir fikir getirmeyen davranışlarına. bende bir anne olarak; acaba çocuklarım (şu an çok küçükler) büyüyünce bütün nasihatlerime, yaşam tarzımdaki örneğime ve hayata bakış açıma rağmen böylemi olacaklar? Diye düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bir” ergenlik zamanıdır” diye, tutturup gidiyoruz .Biz ebeveynler;” amman üstüne gitmeyelim, aman ne diyorsa yapalım, aman kaçıp gitmesin, kötü alışkanlıklara başlamasın” diye, kendimizi onların yönetimine bıraktığımızın, bilmem farkındamıyız? Artık evimizde oğlumuz ve kızımız bizi yönetiyor. Bu manzaraları gördükçe, hayıflanmıyor değilim…
Bana da sunulan hayata bırakın ergenlik denen bir lüks davranışı uygulamayı, çocukluğumu bile yaşayamadığıma, hayıflanıyorum. Belki aranızdan, ”nekadar dar bir görüş sergiliyor.” Diyenler çıkacaktır. “Evet biz buyuz, işinize gelirse” tutumunu sergileyen gençleri gördükçe, anne ve babalarımızın bizim kuşağımızda, bize büyük haksızlıklar yaptığını, farkediyorum. 10 yıl gibi kısa bir sürede, bu lüksü elimizden kaçırıyoruz. Açıkçası fazla kuralcı ve otoriter olduklarından, şikayetçiyim. Ama şimdi ki neslin, ne kadar hazırcı, duyarsız ve bayağı davranışlarını gördükçe; annem ve babamın bana sezgiyi amaçlarım için, mücadele etmemi bayağı düşünmeden, davranmadan, aslımı yani Osmanlı torunu olduğumu, Anadolu insanı olduğumu, unutmamamı ve o yüzden hayat değerlerime sahip çıkmamı aşıladıklarından dolayı; onlara minettarım doğrusu. Modernliğe yeniliğe açık olmak güzeldir, ama bunu yozlaşmış bir şekilde lanse etmek, batılaşma sürecinde sadece teknolojinin ve ya hayatın değil, çekirdekten yetişen beyinlerimizinde dahil olduğunu görüyoruz ve buda gerçekten üzüyor beni.
Akşamdan beni canımdan bezdiren diş acıma ; son vermek için gittiğim Diş Hekimi’nde sıramı beklerken; sehpanın üzerindeki, aylık dergilerden birini alıp karıştırdım. Üç farklı ülkeden gelen, ülkemizde uzun zamandır yaşamaya başlayan insanlarla yapılan röportajda; ülkemizin ve insanımızın hakkında yaptıkları güzel bir yorum, koltuklarımı kabarttı… İngiliz ve Amerikalı kadınlardan ikisi, “Biz ülkemizde babaannemize, anneannelerimize, dayı ve teyzelerimize ismiyle hitap ederiz ve onların hayatımızda, özel günlerimizde, yanımızda olmaları çokta önemli değildir. Ama ülkenizde yaşadıktan sonra, bayramlarda, özel günlerde yaşlılarınızın, baş köşede oturup hala, dayı, teyze ve diğer aile bireyleriyle, coşkulu beraberlik geçirmeleri bizi çok etkiledi. Ülkemizi ziyaret etmek için gittiğimizde, büyük annemi görmek istiyorum, halamı, dayımı çağırın! dediğimde anne ve babalarımız şaşırdılar. Biz çocuklarımızıda böyle bir felsefelyle büyütüyoruz.” Demişler! Evet bizim Kültürümüze hayran olup, bizleşmeye çalışan, batının insanından neden ders alamıyoruz ? Farkındaysanız; batılı bizleşmeye çalışırken, bizi süzgeçten geçirip neyi alıp neyi bırakıcağınıda biliyor. Biz neden bunu yapamıyoruz? Çağdaşlaşma adına, batılaşma adına, ne kadar yozluk ve batının kötü alışkanlığı varsa; biz asıl onları miras bilip, onları yapmaya çaba sarfediyoruz. Kaba bir tabir ama batılıda bize “kıçıyla gülüyor”… Bundan haberimiz var mı? şöyle bir söz vardırya, ‘’sağlıklı milletler, sağlıklı toplum, sağlıklı toplumlar sağlıklı aile, sağlıklı aile de sağlıklı bireyler oluşturur ” düşüncsinin hangi kısmını uyguluyoruz acaba? Bu vatan için, bu kıymet bilmez genç denilen bitik nesil için canını feda eden aslan gibi gençlere yazık olmuş gerçekten.
Şimdi size soruyorum ; Aslımız kim? Neslimiz kim? Kaybediyoruz bilen var mı?
Alo Terapi İstiyorum Yoksa Harakiri(!)

Düşünebiliyor musunuz? Sabah yatağanızdan kalkıyorsunuz; uykunuzdan önce bıraktığınız tüm sorunlarla yeniden buluşuyorsunuz, üstüne de yenileriyle karşılaşıyorsunuz. Hele biz kadınlar için, her yeni gün, yeni sorunlar oluyor. Anneyseniz, eşseniz, çalışan bir anneyseniz, hem bunlarla başa çıkmaya çalışıp, hem de bir sürü dert denilen safsatalarla uğraşıyorsunuz. İşte bunlardan bazıları; sırf caka atmak için, cep telefonlarımızının görüntüsüne dünya para harcarız ( iki arkadaş bir araya geldiğinde, benim telefonum seninkini döver). Genelde, bu parayı harcamayı gözden çıkardığımız cep telefonu denen aleti ise, şu durumlarda kullanıyoruz; ” Serçe parmağıma kramp girdi Ayten, en sevdiğim elbiseme çamaşırsuyu döküldü, Sercan, sevgilim beni terk etti, artık yaşamayamam” vıdı vıdılarıyla sadece kafa şişiriyoruz…. Ben tüm bunlardan Yutaka Ohno, size sığınıyorum. Ne olur telefonumu sabah ilk siz çaldırın.
Aslında bizim millet olarak böyle bir terapiye ihtiyacımız var. Kendi yaşantımızda bile, mesai arkadaşlarımla her gün yaşadığımız kötü ruh halimizi, ertesi gün başka bir mesai arkadaşımıza devrediyoruz. Aslında dert yok! İşin özünde dertçikler çok. Tamam maddi sıkıntı önemli, çoğumuzun serzenişi bundan, ama biz millet olarak lüks yaşamaktan, giyim kuşamdan, gezmekten de geri kalmayız, yakınmaktan da, kafa şişirmekten de geri kalmayız.
Dertçikleri dert saymaktan mı ne? Hoş görümüz çoktan yok olmuş. “Of içimde bir sıkıntı var nedendir bilmem?” Yağmur yağmaz şikâyet ederiz, yağar, “aman ne boğucu ve kasvetli bir hava” der, sıkıntımızı günün rengine yükleriz. “Hava yağmurlu, kapalıya ondan” deriz. Ayaklarımız var çiftlerce ayakkabı alırız, mağazaların önünden geçerken, gözümüze son kestirdiğimiz ayyakabıyı alamadığımızı dert sayar, gelir arkadaşımızın kafasını şişiririz. Oysa; hiç ayakkabı giyemeyen bedensel özürlü insanları düşünmez, güzel yurdumun güzel insanları! “Dünya boş” diyoruz, dünya dolu aslında, görebilene. Sadece biz boş yaşıyoruz. Şundan emin oldum ki;Türkiye’de birey başına bir terapist gerekiyor, ama ileride eğer böyle bir şey zorunlu olursa en azından şirket çalışanlarına terapi zorunluluğu olmalı ki, umarım olur ilk terapiyi ben isteyeceğim. Bu dertçikleri kafasına takanları taktığım için, pardon cep telefonum çaldı umarım Yutaka Onho dur.